DOĞA / İKLİM
4 Ağu 2025
İnsanın Üstünlük Yanılgısı ve Ekolojik Denge
"Modern insanın bozduğu dengede, doğanın kendisini onarım gücü"

"Eğer tüm böcekler yeryüzünden yok olsa, elli yıl içinde dünyadaki tüm yaşam sona ererdi. Eğer tüm insanlar yeryüzünden yok olsa, elli yıl içinde tüm yaşam biçimleri gelişirdi.”
– Jonas Salk
Geçtiğimiz aylarda, büyük ölçüde buzulların şekillendirdiği bir park olan Yosemite Millî Parkı’nı ziyaret ettim. Jeolojik ve iklimsel süreçlerin milyonlarca yıl süren işbirliğiyle oluşmuş bu alan, bugün hayranlık uyandıran bir doğal güzelliğe ve zengin bir biyoçeşitliliğe ev sahipliği yapıyor. Yosemite’de, bitki örtüsü ve yaban hayatı arasındaki ekolojik denge, insan müdahalesi olmaksızın uyum içinde sürüyor.

Aynı doğa, birkaç yüz kilometre ötede, Yellowstone’da bambaşka bir hikâyeye sahne oldu. 1930 yılında Yellowstone Ulusal Parkı’nda kurtların uluması artık tamamen susturulmuştu. Burada, “modern” insanın doğaya müdahalesi, ekosistemin doğal döngüsünü kesintiye uğrattı ve ekolojik bir çöküşe yol açtı.
Amerika’nın dört bir yanında olduğu gibi burada da kurtlar “tehlikeli yırtıcılar” olarak görülmüş, çiftlik hayvanlarına ve av kaynaklarına zarar verdikleri gerekçesiyle sistematik bir şekilde yok edilmişti. Ancak Yellowstone, bu yok oluşun doğaya etkisini en çarpıcı biçimde gösteren yer olacaktı.

Kurtların ortadan kaldırılmasıyla, kurtların nüfusu üzerinde baskı kurdukları doğal avı olan geyik (elk) nüfusu hızla artmaya başladı. Kontrolsüz biçimde çoğalan geyikler, ormanın geniş alanlarına yayıldı. Ulaşabildikleri her yerde çalıları, bitkileri ve ağaçların alt katmanlarını tükettiler. Ağaçların kozalaklarından düşen tohumlar daha fide halindeyken yok oluyor, ağaçların yeniden büyümesi neredeyse imkânsız hâle geliyordu.
Ağaçların büyüyememesi, kuşlar için yuvalanacak alanların kaybolması anlamına geliyordu.
Nehir yataklarının yönünü değiştirerek sulak alanların oluşmasına katkı sağlayan kunduzlar, yapı malzemesi olarak kullandıkları söğüt ağaçlarını bulamayınca sayıca azaldı.
Çakal nüfusu artış gösterdi ve küçük memeliler ile kuşlar üzerinde yeni bir baskı unsuru hâline geldi.
Kartallar, şahinler ve diğer yırtıcı kuşlar da artık daha az av bulabiliyordu.
Toprak kaymaları çoğalmıştı çünkü kök salacak bir bitki örtüsü kalmamıştı.
Doğa artık bir çöküş sürecine girmişti.
Ancak yapılan yanlıştan dönüldü ve 1995 yılında, Yellowstone’a Kanada’dan getirilen 14 kurdun doğaya salınmasıyla bu döngü tersine çevrilmeye başlandı. Bir yıl sonra 17 kurt daha getirildi. Böylece bozulan dengeyi onarma süreci başladı.
Kurtların sayısı arttıkça, geyikler açık alanlarda daha az vakit geçirmeye başladılar. Nehir kenarlarından uzaklaştılar, bu da ağaçların yeniden büyümesine olanak sağladı.
Büyüyen ağaçlarla birlikte kuşlar geri döndü.
Söğütlerin yeniden çoğalmasıyla kunduz popülasyonu toparlandı. Kunduzlar yeni barajlar inşa etti ve sulak alanlar tekrar oluştu.
Çakal sayısındaki azalma, tavşan, fare ve kuşların çoğalmasına yol açtı.
Kurtların avladığı hayvanların bıraktığı kalıntılarla beslenen diğer canlılar da yeniden çoğalmaya başladı.
Doğa, kendi dengesiyle kendini onarmaya başlamıştı. Yıllar içerisindeki değişime dair görseller umut verici olsa da, tam bir ekolojik iyileşmeden veya kalıcı bir başarıdan söz etmek mümkün değil.

Bugün artık doğayı anlamaya çalışırken geçmişteki bu antroposantrik (insan-merkezli) düşüncenin yerine ekosantrik (doğa-merkezli) bir bakış açısı koymak zorundayız.
Örneğin Tevrat’ta ve Eski Ahit’te geçen “Tanrı dedi ki: ‘İnsanı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım. Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, yeryüzüne ve yerde sürünen her canlıya egemen olsun” (Yaratılış 1:26) ayeti, insanın kendini doğanın üstünde görmesine teolojik bir zemin sunuyordu. Bu teolojik zemin, yanlış kararları destekler şekilde yorumlanıyorken, o dönemde birçok Amerikalı ekolojik sistemlerin işleyişinden bihaberdi. Doğal ekosistemlerin üyeleri arasındaki karşılıklı ilişkiler hakkında çoğunun bir fikri yoktu.
Charles Darwin’in The Descent of Man (İnsanın Türeyişi) kitabının 1871’e kadar yayımlanmadığını hatırlamak önemlidir; ki bu tarih, Batı’daki kurt imha kampanyalarının başladığı döneme denk gelir. Darwin’in bu eseri, insan ile doğa arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmemizi sağlayarak, tüm canlıların bir değeri olduğu fikrinin temellerini atmıştır. Yani bilim, doğanın bir parçası olduğumuzu idrak edebilmek için elimizdeki en sağlam pusula olmuştur.
